Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden nikâb,
Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.
Şol “sakâhüm Rabbühüm” hamrın lebinden
içegör,
Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez
azâb.
Otuz iki harfi bildin dört kitâbın
aslıdır,
Safha‐i vechinde yazılmış kamû
bî‐irtiyâb.
Mekteb‐i irfâna gir oku bu
ilmin aslını
Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört
kitap.
Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,
Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl‐ü bâb.
Her ne söz kim söylenür âlemde Türki yâ
Arab,
Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden
hitâb.
Her ne kim görür gözün andan cemâl‐i yâre bak,
Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.
Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden
nikâb,
Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.
Aç gözün sevgiliye bak yüzünden nikâb perdeyi
kaldırdı,
Parlak yüzü ara yerden karanlığı sürdü çıkardı.
“Aç gözün dildâra bak”, dildârdan murat Hak’tır.
Senin yüzünden örtü kalktı.
Hak zulmeti sürdü, çıkardı aradan, o zaman sen
de her şeyde Hakk’ı apaçık görürsün.
İnsanoğlu bu dünyaya yetmiş bin perde ile gelir.
Bu perdeler kaldırılmadan Hakk ve hakikat görülemez. Bunun da yolu bir ehil
kula gitmektir. Nasıl zahiri olarak gözümüzün rahatsızlığı için bir göz
doktoruna gidiyorsak, manevi görme bozuklukları içinde bir efendiye gitmek
şarttır. Çünkü bütün bu çokluk olarak görünen âlemlerin özü birdir.
İbn’ül Arabî hakikati iki açıdan görür. Allah
Teâlâ’yı bütün görünen şeylerin özü sayar ve “Hakk” adını verir, ya da bir açıdan
görünen madde sayar ve “Halk” olarak adlandırır. İbn’ül Arabî’ye
göre, tek ve çok yalnızca bir hakikatin iki ayrı ifadesinin isimleridir. Bu tek
hakikat, hakiki birlik, fakat dış evrende müşahede edilen çeşitliliktir. Hakk
değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak
kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî, Hakk’ın çok
çeşitli şekilleri almasını şu örnekle izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu,
yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler
farklı olsa da bunların aslı sudur. İbn’ül Arabî Hakk ve evren ilişkisini
“Hakk’ın dışında, evren denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün
varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece
Hakk’ın vücudundan, bu evren olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından
ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
Şol “sakâhüm Rabbühüm” hamrın lebinden
içegör,
Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez
azâb.
“sakâhüm Rabbühüm” içkisini dudağından içegör,
Katresin içen âşıklar ebedi görmez azâb.
“ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ(tahûren).” “Rableri onlara
tertemiz içecekler içirir.” İnsan
21 âyet‐i kerimesine işaret
olunuyor. Çünkü cennet ehli en önce cennette süt içecektir, zira süt ilmin
suretidir. Hatta bir adam rüyâsında süt içse âlim olur, şarap içse fâsık, bal
içse dâim bir kararda durur, yani doğduğu gibi değişmeden vefat eder. İşte şarab‐ı tahûr dan (temiz şarap) murad aşkın şarabıdır.
Aşkın ilk katresini içen dünyâ ve âhiret azâbından beri, yani salim olur.
Otuz iki harfi bildin dört kitâbın
aslıdır,
Safha‐i vechinde yazılmış kamû
bî‐irtiyâb.
Dört kitâbın aslının otuz iki harf olduğunu bildin,
Şübhesiz hepsi yüzünün sayfasında yazılmış.
Bu beyitte Niyâzî‐i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, eski
Türkçe harflerin yirmi dokuzu Arap harfleridir, üçü de yani “pe, çe, je” Farsca harfleridir. Bu otuz
iki harf dört kitabın aslıdır.
Bunlar: Zebûr,
Tevrat, İncil ve Kur’an‐ı Kerim’dir. Arap
harflerinin her biri ilâhî mertebeleri bildirir. Meselâ “hemze” “Nûr‐i Muhammediyye” ye, “be” harfi “Nefs‐i küle”, “te” harfi “Heyûla” ya vesaireyse, yani her bir harf
ilâhî mertebelerden bir mertebeyi beyân eder. Farsça harflerden üçü de “Ulûhiyyet, Ahadiyyet,
Vâhidiyyet” mertebelerini
bildirir.
Mekteb‐i irfâna gir oku bu
ilmin aslını
Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört
kitap.
İrfân mektebine gir bu ilmin aslını oku
Dört kitabın bu ilmi nasıl içine aldığını
görürsün.
İrfan mektebinden kasıt İlmi Ledün ilmidir ki
buna da bir kılavuz ile girilir. Bu ilmi alanlar iki cihanda da maksut olurlar.
Niyâzî‐i Mısrî kuddise sırruhu’l‐aziz İrfân sofralarında
buyurdu ki;
“Ey iman edenler Allah’tan korkunuz, O’na
vesile arayınız ve O’nun yolunda
mücahede ediniz ki felaha eresiniz.” (Maide 35)
Bil ki ahiret yolcusuna iki ilim lazımdır: Zahir
ilim, batın ilim. Zahir ilim; sarf, nahiv, mantık, mani ve diğer alet
kitaplarını okumak veya erbabından dinlemekle öğrenilebilir.
Batın ilim: halis amel, tehzib‐i ahlak, zikir, riyazet
ve gece gündüz Allah Teâlâ yolunda mücahede ile kalbi temizleyerek elde
edilebilir. Birinci ilim kalbin cehaletini giderir ama nefs‐i emmarenin kibir,
kendini beğenme, kin, haset gibi kötü sıfatlarını meydana çıkarır. İkinci ilim,
nefs‐i emmare sıfatlarını
giderir, ruhun, af, eziyete tahammül, kötülük edene iyilik, herkesin iyiliğini
istemek gibi sıfatlarını ortaya çıkarır. Birinci ilim, evin duvarına çizilen
nakış gibidir. İkincisi, birinci duvarın karşısındaki duvarda bulunan cila
gibidir. Bundaki nakış onda görünür. Onda, âlemde olan her şey görünür. Hatta
onda Allah Teâlâ’nın cemali de görünür.
İlm‐i Zâhir‐ İlm‐i Bâtın
İlim, bilmek manasına gelen Arapça bir
kelimedir. Üzerinde çokça durulan bu kelimeyi sûfiler, ikiye ayırırlar.
Birincisi kazanmakla elde edilen (zahiri) ilim. Buna kesbi ilim de denir.
İkincisi de, Vehbi (Bâtıni) ilimdir. Mutasavvıflar, “İlm‐i ledünni (Bâtıni)”
sözüyle, kula vasıtasız verilen ilmi kastederler. Onlara göre bu ilim, Allah
Teâlâ’nın ilhamı ve kuluna bir öğretisidir. Nitekim Allah Teâlâ Hızır
aleyhisselâma, Mûsa aleyhisselâmı vasıta kılmaksızın bir ilim vermiştir. İlm‐i ledünni, kulluğun,
emre uymanın, Allah Teâlâ'ya karşı samimi ve doğru olup Ona tam bir şekilde
boyun eğmenin ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin meşalesinde ilim elde
etmede bütün gücü sarf etmenin meyvesidir...”
İlm‐i Batın denince şeriatın dışında ona zıt bir
ilim anlaşılmamalıdır. Zira ilmi
Batın, şeriatın hakikati, özüdür ve şeriat’a
uymak sureti ile ancak elde edilebilen bir ilimdir. Nitekim bu konuda İmam‐ı Şa'ranî şöyle der: “Şeriatın ahkâmıyla halisane ibadet
eden sûfî, zahiri âlimlerin bilemeyecekleri öyle ilimlere vakıf olurlar ki
tarifi mümkün değildir. O, Kur'an ve Sünnet'in zahirinden hüküm çıkarmaya
muktedir olduğu gibi zâhir bilginlerin anlamayacağı manalara da aşina olur.”
Sûfiler, Allah
size nimetlerini zahir ve Bâtın olarak bol bol ihsan etti...” Lokman 20 Âyetinde geçen “Batın
nimetler”'den, Batın ilmini anlamışlardır. Bunun içindir ki İbn‐ül Arabî kaddese’llâhü
sırrahu’l‐aziz, insan bilgisini
aklî ve marifet olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre bilginin kaynağı akıl,
marifetin kaynağı ise nefs (ruh) dir. Marifet, Allah'a yakınlık kurmak sureti
ile elde edilir ve aklî bilgiden daha değerlidir. Aklî bilgi, ihtimalli iken,
marifet kesin bilgidir ve İlahî kaynaklıdır.
İlm‐i Bâtın'ın Şer'i Yönü:
a) Kur'an‐ı Kerim'den Deliller: Yusuf aleyhisselâmın ta Mısır'dan
kokusunu alan Yakup aleyhisselâm kendisini ayıplayanlara “Yakup, 'Ben size Allah tarafından
(bana verilen bir ilimle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim mi?
'dedi.” Yusuf 96
Bu ayet ve özellikle Hz. Hızır'ın, Hz. Mûsa
aleyhisselâma verilenden ayrı gizli bir bilgiye sahip olduğunu gösteren
Hızır'la Mûsa kısası, Allah Teâlâ'nın bazı kullarına lütuf ettiği manevî bir
kavrayış ve ledünni bir ilim olduğunu ispat eder.
“Biz ona (Hızır'a) katımızdan bir ilim
(Bâtıni) öğrettik” Kehf 64 âyetine
dayanarak zâhir ilminden başka bir de ledunnî ilim (Bâtın) olduğunu kabul
etmişlerdir. Onlara göre Hz. Mûsa'ya melek vasıtasıyla gönderilen veya herkese
tebliğ etmek üzere verilen ilmi bilgiler, zahiri ilim ve şeriat ilmi; Hz.
Hızır'a doğrudan ve özel olarak verilen dini bilgiler ise ledunnî ilim, hakikat
ilmi veya Bâtın ilmidir.
b) Hadis‐i Şeriflerden Deliller:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Harise
radiyallâhü anha “Her hakkın
bir hakikati vardır. Senin imanının
hakikati nedir.?” Diye sorduğunda şöyle
cevap vermişti ?:
“Ben nefsimi dünyadan men ettim. Geceleri
uykusuz, gündüzleri susuz geçirdim. Sanki ben Rabbimin arşını açıkça görüyor
gibiyim. Ehl‐ i Cennetin birbirlerini
ziyaret edip durduklarını temaşa ediyor gibiyim. Cehennemliklerin bağrışıp
birbirleri üstüne yıkıldıklarını seyrediyor gibiyim” Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu cevap
karşısında şöyle buyurmuştu:
“Sen işin farkına varmışsın. Anladığına
iyi sarıl”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu
ki: “Eğer siz benim
bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız, döşekte kararınız kalmaz,
dağlara çıkardınız.” Buhari
Bu hadis‐i şerif, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin belli bir hutbesinde söylenmiştir.
Serrac der ki:
'Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
işaret ettiği bu ilim herkesin bileceği halk arasında mutearef ilimlerden
olsaydı. 'Benim bildiğimi
bilseydiniz' dediği zaman
işitenler, 'senin bildiğini biliyoruz' derlerdi.” Demek ki Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bahsettiği ilim herkesçe bilinmeyen özel bir
ilimdi.
Yine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
başka bir hadis‐i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İlim ikidir, biri kalpte
gizlidir ki, faydalı olanı da budur.”
c) Sahabe ve Bazı Âlimlerden Deliller
Bâtın ilmine dair işaretler (deliller),
sahabenin hayatında da mevcuttur.
“Eğer Kur'ân'daki Fatiha süresi hakkında
konuşsaydık yetmiş deve yükü kitap olurdu.”
Yine Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin şöyle dediği
rivayet edilir: “Bir kimse
dünyadan yüz çevirirse Allah Teâlâ ona öğrenme olmadan öğretir. Hidayet olmadan
hidayet eder, gözünü açar, onu kötülükten kurtarır.” “Bende, Kur’an‐ı Kerim hakkında, bir
kişiye Allah tarafından verilen bir anlayıştan (fehm) başka bir şey yoktur.”
Ebû Hureyre'nin radiyallâhü anhın “Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden iki kap hıfzettim. Onlardan birini yaydım. Diğerine
gelince, eğer onu da yaymış olsaydım, benim şu boğazım kesilirdi.” kelamını hatırlamak
gerekir.
Sonuç olarak İlm‐i zâhir ile İlm‐i Bâtın arasındaki münasebeti maddeler halinde
şu şekilde ifade etmek mümkündür:
1—İlm‐i zahir ile İlm‐i Batın temelde Kur'an‐ı Kerim ve Sünnete
dayanan, bu iki kaynaktan zuhur eden, kökü bir olan iki dal gibidir.
2—İlm‐i zahir ile ilm‐i Bâtın birbirine zıt olmayıp, biri (İlm‐i Batın) diğerinin (İlm‐i zahir) kemale ermiş
şeklidir.
3—Batınsız zahir, zahirsiz batının olması
düşünülmemelidir. İkisi birlikte ve bir şeyin içi ile dışı gibi anlaşılmalıdır.
4—Zâhire aykırı düşen bir İlm‐i Bâtın batıl olur ve
kabul edilemez. Böyle bir iddia, sapıtmış olan Bâtınilerin iddiası olabilir,
Müslüman’ın değil.
5—İlm‐i zahir, İlm‐i batına açılan kapı ve onun girişi
mahiyetindedir. İlm‐i Batın ise İlm‐i zahir’in kemale ermiş şekli ve semeresidir.
6—İlm‐i batına nail olan kimse, zahiri ilimleri daha
iyi anlar. Ancak İlm‐i zahirde kalan, İlm‐i batını bilemez.
7—İlm‐i zâhir kesbi iken, İlm‐i Bâtın başlangıç
itibarı ile kesbi olmakla beraber sonuç itibarı ile vehbîdir.
8—Bâtınî yönü olmayan zâhir ilmi, içi boş kabuk
mesabesindedir.
9—İlm‐i batını elde edememiş, ancak zahiri ilimler
sınırında kalmış olan kimse hakikatte var olan İlm‐i batını inkâra
kalkışmamalıdır.
10—İlm‐i zâhir akıl ile irtibatlı ve beş duyu ile
ilgili iken, İlm‐i Bâtın gönül ve ilhamla ilgilidir.
Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,
Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl‐ü bâb.
Mademki her ne okursan otuz iki harften hariç değil,
Tafsil bölümü okuyan yüzünün metnini şerh eder.
Niyâzî‐i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz başka yerde
buyurduğu
Dağıla terkibim otuz iki harf ola tamâm
Nokta‐i sırrım kamunun
cevherine kân ola
Beyitleri ile otuz iki harften kasıt ile bütün
ilimlere havi vakıf olanın insan olduğunu ve kendisini işaret buyuruyor. Hz.
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l‐azizin
İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki
dişten otuz iki orduya duyulur.
Buyurduğu üzerede zamanında Hakîkat ilimlerinin
merkezi olduğuna işarettir.
Her ne söz kim söylenür âlemde Türki yâ
Arab,
Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden
hitâb.
Âlemde söz Türkçe veya Arapça söylenir,
Kulağını tutarsan bütün dillerden hitâb sanadır.
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz buyurdu ki;
Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile
birbirinin halinden haberdar olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar?
Ben, söz söyleyen adamın bile tespihinden
gafil olursam gönlüm, sessiz seda sız bir şeyin tespihini nasıl duyar?
Âlemde bulunan her şey Allah (c.c) tespih
etmektedirler.
Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tespih
etmektedir. O öyle güçlüdür, öyle hikmet sahibidir. (Hadid 1)
Bu yüzden söylenen bütün sözlerin muhatabı
kuldur. O her an Hakka arif olmalıdır.
Her ne kim görür gözün andan cemâl‐i yâre bak,
Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.
Gözün ne görürse ondan cemâl‐i yâre bak,
Çünkü Ey Niyâzî asla perde kalmadı, gitti.
Görünen her nesnenin özü Haktır. Onu temaşa
etmeliyiz ve ondan gafil olmamalıyız. Allah bir kulundan perdeyi kaldırdığı
zaman bütün âlemde onu gözler.
Teşekkür...sevgi ve selam....
YanıtlaSil