Zûlmet‐i hicrinle bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,
İntizâr‐ı subh‐ı didâr olmuşum Yâ Rab meded.
Gülşen‐i vaslın nesîmin irgürüp bâd‐ı sabâ,
Andelîb‐i bâğ‐ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded.
Kalmışam zindân‐ı cism içre bugün tenhâ garib,
Bu kafeste rûz u şeb‐i zâr olmuşum Yâ Rab meded.
Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz‐i Elest,
Ol zamandan mest‐i hûşyâr olmuşam Yâ Rab meded.
Her ne varsam yakar bu cânımı aşk
âteşi,
Yana yana külli püryan olmuşum Yâ
Rab meded.
Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,
Kesret içre bend‐i ağyâr olmuşum Yâ Rab meded.
Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf
gibi,
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ
Rab meded.
Zûlmet‐i hicrinle bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,
İntizâr‐ı subh‐ı didâr olmuşum Yâ Rab meded.
Yâ Rabbi! Ayrılığın ızdırabı ile uykusuz kalmışım
yardım et,
Yâ Rabbi! Eyvah bana sabahlara kadar yüzününü görmek
istedim.
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar”
Hadis-i Şerif
İnsan Elest bezminde hakkın cemalini müşahede
etmekteydi. Oradan kopup bu dünya ya gelen kullar perdeli olarak gelirler.
Gözlerinde yetmiş bin perde vardır ki bu hicap kalkmadan hakkın cemali
görülmez. O yüzden cemali göremeyen kullar uykudadırlar. Öldükleri zaman
uyanırlar kısmı da şöyle izah edilebilir. Üç çeşit ölüm vardır.
İhtiyari
ölüm: “Her canlı ölümü tadacaktır.
Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim
cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu
dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.” Ali İmran 185
Bu ayette bahsedilen ölüm insanların doğal yollarla
dünya ya gelip daha sonra belli bir süre dünya yaşamında yaşadıktan sonra
ölümün onlara ulaşmasıdır.
İzdirari
Ölüm: “Ölmezden evvel ölünüz” Hadis-i Şerif
Bu hadiste bahsedilen kişinin benliğini öldürüp
hakkın benliği ile var olmasını işaret eder.
Her an ölüm:
Bu ölüm ise hakkın her an âlemi
öldürüp, her an diriltmesidir. Arif olan kişiler her an ölümü yaşarlar. Avam
bunun farkında değildir. Çünkü Halik bunu o kadar hızlı yapmaktadır ki bunun
idrakinde olamıyorlardır.
İşte ölmezden evvel ölenler didarı ilahiye kavuşacaklardır.
Hazret‐i Mevlânâya
dimişler sultânum seni Allah sübhânehü ve Teâlâyı görür dirler gerçek midür?
diyü buyurmışlar ki
“Ben kimüm ki Allah sübhânehü ve Teâlâyı görebilem ve
lâkin Allah Teâlâ kendini kendi gösterürse, görmemeğe kadir değülüm” dimiş.
Gülşen‐i vaslın nesîmin irgürüp bâd‐ı sabâ,
Andelîb‐i bâğ‐ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded.
Saba rüzgârı vuslat gül bahçesinin esintisini
ulaştırınca,
Yâ Rabbi vay bana! Gül bahçesi bülbül olmuşum.
Sabâ
Arapça olan sabâ kelimesine sözlüklerde çeşitli karşılıklar
verilmektedir. Sözlüklerde yer alan sabâ ile ilgili açıklamaların bir bölümünde
sabânın rüzgâr anlamı dışında edebî metinlerdeki anlamlarına da değinilmiştir.
Sabânın farklı anlamlarının
verildiği bazı sözlüklerde yer alan karşılıklardan
birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Mütercim Âsım Kâmus Tercümesi’nde “Sabâ”ya:
“Sadın fethi ve elifin kasrıyla rüzgâr aksamından şol rüzgâra dinür ki matla‘‐ı Süreyyâ ile Benât‐ı
na‘ş beyninden
hübûb ider ola.” karşılığını verir. (Mütercim Âsım,
1305: C.III, 853)
Kâmûs‐ı Türkî’de:
“Şark‐ı şimâlî cihetinden esen hafif ve latif rüzgâr. Bâd‐ı
sabâ. Eski şi‘rimize sermaye‐i makâl olan kelimât‐ı
ma‘dûdedendir. Sabâ‐reftâr:
Bâd‐ı sabâ gibi
hafif ve serî‘ yürüyüşlü” açıklamaları yer almaktadır. (Şemseddin Sâmî, 1989:
816)
Osmanlıca sözlükte de: “Gün doğusundan esen hafif ve latif
rüzgâr” karşılığının ardından; Esb‐i sabâ‐reftâr: Rüzgâr gibi uçan at. Sabâ‐beraber: Sabâ rüzgârı gibi hafif ve latif. Sabâ‐reftâr: Rüzgâr gibi hafif ve çabuk giden”
tamlamalarının anlamları verilmiş ayrıca, Türk müziğinin en eski makamlarından
birinin de sabâ makamı olduğu söylenmiştir. Müziktesabâ‐aşîrân, sabâ‐pûselik,
sabâuşşâk, sabâ‐zemzeme ya da sabâ‐kürdî makam adlarının da bulunduğu açıklanmıştır.
(Devellioğlu, 1986:1084‐1085)
Farsça sözlükte ise, “Sabâ”ya şu karşılıklar
verilmektedir:
“1‐Âşık ve
ma‘şûk arasında peyktir ve ma‘şûktan haber getirir veya onun için haber
götürür.
2‐ Sabâ
rüzgârı sevgiliden haber getirdiği için fitnecidir.
3‐ Sabâ
baharın evâilinde olduğu için ıtır kokuludur. Edebî gelenekte sevgilinin kûyundan
geldiği için güzel kokuludur.
4‐ Sabâ
rüzgârı sabah erkenden estiği için sabah rüzgârıdır.
5‐ Sabâ
rüzgârı İsfend ayının sonunda ve baharın evvelinde olduğu için zayıf, hasta ve
takatsizdir.
6‐ Şimâl
rüzgârının bahar rüzgârına yakınlığı vardır.” (Sîrûs Şemîsâ, 1998:
C.2, 785‐787).
Sabâ, gün ile gece beraber olduğunda, gün doğusundan
esen latif rüzgâr olarak da tanımlanır. Ancak şiir dilinde sabâ, daha çok
sevgilinin semtinden esen rüzgârdır.
Sabâ; bahar tavsifinde, cananın zülfü perişanlığı ve
kokusunu tasvirde birçok mazmunlar yapılmasını sağlamıştır. Bazılarına göre
seher vakti kıble tarafından esen rüzgârdır ki, Hazret‐i Yusuf’un gömleğinin kokusunu Yakup’a bu rüzgâr
götürmüştür. Şairler bu rüzgârı âşıkla maşuk arasında haberleşme aracı
sayarlar.
Sabâ aynı zamanda peyk‐i şuaradır.
Cananın makamına ancak sabâ ve şimal ulaşır. (Onay 1992: 353; Büyük Türk
Klasikleri, 1988: C.7, 401)
Sabâ, kuzey doğudan hafif hafif esen bir rüzgârdır.
En çok sevgilinin izi veya ayağı tozunu, zülfü kokusunu getirmesi, yani haberci
oluşu ile söz konusu edilmektedir. Bazen de, uzaklardan sevgilinin diyarından
gelmiş bir tüccar şeklinde tasavvur olunur. Âşık can nakdini vererek, ondan
sevgilinin ayağı tozunu sermayesine almak isterse de o vermez. Âşık o kadar
zayıf düşmüştür ki, sabâ elinden tutup onu yârin eşiğine iletir. Mecnun’u da
öldüğünde o alıp götürmüştür.
Sabânın yârin
kapısından getirdiği toprak âşığın dermanı, ilâcıdır. Gül, onu hasta nergisin
gözüne sürme yapar. Sabâ sevgilinin zülfünde dolaşmaktadır. Bu durum, “el
oyunları oynamak” deyimi ile anlatılır. Sabâ, sıralanan özellikleri çerçevesinde
“peyk, elçi, subaşı, tarak, âşık, âh, dem‐i pîr,
dâye” vb. unsurlar ile benzerlik içinde ifade edilir. (Kurnaz 1987: 499‐500)
Kalmışam zindân‐ı cism içre bugün
tenhâ garb,
Bu kafeste rûz u şeb‐i zâr olmuşum Yâ
Rab meded.
Bugün beden zindânı içinde kimsesiz garib kalmışım,
Yâ Rabbi eyvah! Bu kafeste gece gündüz inlemekteyim.
İnsanoğlu bu beden kafesine girmeden evvel hakkın
didarı ile mesut bir şekilde diyardan diyara gezmekte idi. Fakat bu beden
zindanına girince asli vatanını özlemeye başladı.
Ve kendisini
sahipsiz, kimsesiz gibi hissetti. Ve sürekli rabbini çağırarak onun görmeyi
arzu etmiştir.
Hz.Adem cennetten çıkarılınca çok müteessir oldu ve
rabbine dua etti. “Yarabbi ben senin ile beraber iken didarını görmekteydim,
meleklerin tespih atını duymaktaydım. Şimdi bu dünya da yapayalnızım.” Bunun
üzerine melekler bir çadır getirdiler ve onu tavaf etmeye başladılar. Hz.
Âdem’e de onu tavaf etmesi söylenildi. Günümüzde o çadırın olduğu yere Kâbe
inşa edilmiştir.
Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz‐i Elest,
Ol zamandan mest‐i hûşyâr olmuşam
Yâ Rab meded.
Şu şarâbı bana Elest günü ki bana sundun,
Yâ Rabbi yardım et! O zamandan beri aklım sarhoş
olmuştur.
Elest günü Kâbe’de Arafat’ta Hazreti Âdem’e melekler
secde ettikten sonra zürriyeti (gelecek nesilleri) latif bir surette sırt
tarafından çıkarılıp dört saf oldu. Birici safta Enbiya durdu. İkinci safta Evliya
durdu. Üçüncü safta Müminler durdu. Dördüncü safta Eşkıya (şakîler, imansızlar)
durdu. Birinci saftan “Elestü bi‐Rabbiküm”, yani “Ben Rabbiniz değil miyim?” nidâsı Sultânül‐Enbiyâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden zuhur
etti. İkinci safta bulunan Veliler arasında bulunan “Gavs” tarafından dahi
“Elestü bi‐Rabbiküm” hitabı irâd edildi.
Müminler işitip, eşkıya Hakk’ı işitmedi. Bu kitaplara
üç saf birden “Belî” yani “Evet” dediler. Yalnız eşkıya
safı ise müminleri taklit ederek evet dediler. Bayezid‐i Bistâmî kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz hazretleri “O hitap hala kulağımdadır” demiştir.
Ehlullâhtan da bazıları bugün bile aynı hitap olmaktadır. Çünkü hitap ile ahid altı
defa oldu. İkisi ef’âlde zahir ve Batın, ikisi sıfatta zahir ve Batın ikisi de
zatta zahir ve Batın olarak yapılır.
Böylece ef’âl‐i zahire
ef’âli batına, sıfât‐ı zahire, sıfât‐ı batına ve zât‐ı zahire
zât‐ı batına olmak üzere ahid altı defa yapılmış olur.
Veli kul salike telkini ile Elest bezmindeki nidayı yeniden duyurur.
Ve bu nidayı işiten kullar aşk sarhoşluğundan bihuş
olurlar.
Her ne varsam yakar bu cânımı aşk âteşi,
Yana yana külli püryan olmuşum Yâ Rab meded.
Her nereye varsam bu cânımı aşk âteşi yakar,
Yâ Rabbi vah bana! Her yanım yana yana kebap olmuş.
Aşkın tadını alan kişi ondan başkasına kanamaz. Ancak
onu ile susuzluğunu giderir. Çünkü bu aşkın ateşi kulun bütün zerresinde hissedilir.
Bu aşk ile kaynayıp kul kimya olur.
Aşk odu ile
kaynaya
Kaynaya ta
ki kimya ola
Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,
Kesret içre bend‐i ağyâr olmuşum Yâ
Rab meded.
Noldu bana vahdet ilinde seninin yârin idim,
Yâ Rabbi vah bana! Dünya âleminde başkalarına bende
olmuşum.
Ezelde senin ile birlikte idim. Bu dünya âleminde
onun zevklerine bende oldum seni kaybettim vah bana yarabbi. Dünya mal, mülk,
kadın, erkek, şöhret değildir. İnsanı Allah’tan gafil eden her şey dünyadır.
İşte esas olan bunlara verilmesi gereken önem kadar önem verip Allah’ı
aramaktır.
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni
Görünen sıfatındır
Anı gören zatındır
Gayrı ne hacetindir
Sen seni bil sen seni
Kim bildi ef'alini
Ol bildi sıfatını
Anda buldu zatını
Sen seni bil sen seni
Kim ki hayrete daldı
Nura müstağrak oldu
Tevhidi zatı buldu
Sen seni bil sen seni
Bayram özünü bildi
Bileni onda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni
Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi,
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ Rab meded.
Bu Niyâzî düştü varlık saltanatına Yûsuf gibi,
Yâ Rabbi yardım et! Biçarenin elinden tut ve kurtar.
En büyük gaflet benlik davasıdır. Cümle yerde hak
ayan iken ben varım demek ne büyük gaflettir. Çünkü ondan var olanda o dur.
Bunun farkında olmayanlar gizli şirk işlemiş olular ki Allah (c.c) ‘ın
affetmeyeceği tek günah şirktir. Bu şirkten ancak Allah’ı onun istediği gibi
tanıyan kullara gidilerek kurtulunur.
Mürşit gerektir bildire
Hakkı sana Hakkal yakın
Mürşidi olmayanların
Bildikleri güman imiş
+858585++8
YanıtlaSil