Müşkülüm var size ey Hakk dostları, eylen reşâd,
Kim cevâbın vere olsun Hakk katında ber‐murat.
Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,
Kesret içinde ne vahdettir ki ana yok idâd.
Çoktur envâı bu halkın biri insân üç bölük,
Biri ehl‐i hayme, birisi kurâ, biri bilâd.
Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,
Biri kâfir, biri mü’min biri ehl‐i inkıyâd.
Kangısı Hakk’dan irağ olmuş bunların söyle gel,
Kangısı kâdir ki Hakk emrine eyleye inâd.
Hakk’ın iken her tasarruf bu abes sözler nedir?
Nefs ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd.
Dünyâ vü ukbâ dahi hem haşr ü neşr olmak nedir?
Bunları bildir bana hem ne dürür mebde meâd.
Ahirette cennet i nirân ü berzâh kim denir?
Bunların aslı nedendir olısar yevm’üt‐tenâd.
Kahr‐ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,
Bu ikinin vahdeti midir acep râh‐ı sedâd.
Yani râhat ayn‐ı mihnet, mihneti
râhat mıdır,
Cümleden râzı mıdır Hakk ber târik‐i ıttırâd.
Hakk Teâlâ’dan yakın insâna bir şey yok denür,
Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd.
“Men aref“ le “mâ remeyt‐e iz remeyte”
remzini,
Fark ede gör mümkün ise ber‐sebîl‐i infirâd.
Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,
Zâhid anlasa Hakk’ı zühdü neden olur kesâd.
Müşkülüm var size ey Hakk dostları, eylen reşâd,
Kim cevâbın vere, olsun Hakk katında ber‐murat.
Ey Hakk dostları beni meşgul eden sorundan kurtarın.
Bu sorum cevabını veren Allah Teâlâ katında muradına
kavuşsun.
Kişinin kendisini en çok meşgul eden sorulardan bir
kaçı ben kimim? Neden dünyaya geldim gibi sorulardır. Bu soruların hakikatine
ulaşmak için bir efendiye intisap gerekmektedir. Bu yüzden bu soruların
cevabını verenler hak katında murada erişmiş kimselerdir.
Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,
Kesret içinde ne vahdettir ki ana yok idâd.
Bu çoklukta sınır ve âlemin birliği yok.
Nasıl birçokluk ki sayılamayan bir birliği var.
“Kesret” –bir‐ kelimesinin zıddı olacak bütün çokluk,
fazlalıklardır. Burada kullanılan mana esma ve kullarda tecelli eden sıfâtların
sonsuzluğuna işarettir. Çünkü Allah Teâlâ’nın tecelli eden esma ve sıfatı
nihayetsizdir.
“De ki: Eğer Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep
olsa elbette Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenir biter. İsterse
denizin bir mislini de yardımcı getirecek olsak.” Kehf 109
“Kesret içinde sayısız olan vahdet”ten kasdedilen her
şeyde onun için bir işaret vardır ki; onun bir olduğuna delâlet eder demektir.”
Bir odur ki, ondan ancak bir meydana gelir.” kıstasınca varlık
gerçekte birdir. Buna göre her kesrette bir vahdet itibâr olunacak. Vahdet dahi
sonsuz olur. Bu itibar hakiki vahdete zıt değildir. Nitekim insâniyyet birdir.
Lâkin hususi özellikleri itibariyle çok gibi olup Bekir, Ömer, Osman ve Ali
gibi görünür. Şeyh‐i Ekber Muhyiddin kaddese’llâhü
sırrahu’laziz Hazretlerinin “Eşyayı açığa çıkaran kimse tüm
eksikliklerden uzak ve bütün yüceliklere sahiptir. O, kendisidir.” buyurdukları
buna işarettir.
Bunu anlamak için basiret gerektir ki yanlış
anlayıştan sakınmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ cevherlerin aynı ve parçaları
olmaktan münezzeh ve müstesnadır. Ancak her zerrede Allah Teâlâ kemali üzere mevcududur.
Fakat bu aynalarda zahir olan vücudun gölgeleridir, gerçek değildir. İşte
sayılamaz vahdet bu demektir. Bu makamda yanlışa düşen çok olmaktadır.
Çoktur envâı bu halkın biri insân üç bölük,
Biri ehl‐i hayme, birisi kurâ, biri bilâd.
Biri insan ve üç bölük olmak üzere mahlûkatın türleri
çoktur. İnasanlarda hakikatlerine göre göçebe, köylü ve şehirli
olmak üzere üç yerde makam tutarlar.
Halk dörttür. Melekler, şeytanlar, cinler ve
insanlar.
İnsan sınıfı yüzyirmi beş cüzdür. Biri tevhid ehli,
geri kalanı küfür ehlidir. Tevhid ehli dahi yetmiş üç fırka olup biri nâcî
fırkası, kalanı bid’at ve dalâlet ehlidir. Ehl‐i
hayme (çadır ehli‐göçebe) fark’a; Köylüler, cem’e;
Şehirliler, cem’u’l‐cem’e işaret eder.
İbnü’l‐Arabî ise
insandaki akıl‐hevâ çatışması noktasında
“ülke”nin çöl/kırsalından (bâdiye) ve şehrinden (hâdıra) bahseder.
Ülkenin bu bölgelerine aklın ya da hevânın hâkim olması, insanın iyiliğini,
saadetini ya da kötülüğünü, bedbaht oluşunu belirler. Zira şehir asıl olanı,
tevhidi ve imanı, çöl/kırsal ise tali olan ameli simgelemektedir.
Buna göre:
1. Mahfûz ve mâsum mü’min: Şehrine ve kırsalına aklın hâkim olduğu kimse.
2. Günahkar/âsî: Şehrine akıl, kırsalına hevâ hâkim olan kimse.
3. Kâfir: Şehrine
ve kırsalına hevâ hâkim olan kimse.
4. Münafık: Kırsalına
akıl, şehrine hevâ hâkim olan kimse.
Burada ifade edildiği şekliyle her ne kadar münâfığın
kırsalına/ameline akıl hâkim olsa da asıl olan şehir/tevhid hevânın hâkimiyeti
altında harap olduğu için bunun bir önemi yoktur.
Onların amelleri çöldeki bir serap gibidir. Zira asıl
harap olursa fer‘î olanın bir faydası olmaz.
Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,
Biri kâfir, biri mü’min biri ehl‐i inkıyâd.
Bu üç bölükte kâfir, mümin ve inkıyad Boyun eğme.
Muti olma. Teslim olma.
İtaat etme. İmtisal) ehli olan mukarrebler, enbiya ve
veliler olarak üçe bölünmüştür.
Kangısı Hakk’dan irağ olmuş bunların söyle gel,
Kangısı kâdir ki Hakk emrine eyleye inâd.
Bu saydıklarımdan hangisi Allah Teâlâ’dan uzak ve
ayrı olduğunu söyleyebilir misin?
Hangisi Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkabilir.
Üç bölük celâl, cemal ve kemalin görüntüsüdür. Bu üç
bölükten hiçbiri de Hakk’dan örtülü değillerdir.
Hiçbiri Allah Teâlâ’nın emri olmadan yüz gösterememiş
ve meydana gelememiştir.
Uzaklık kula nispetle ve zahirine izafetledir. Hakk’a
ve batına nispetle uzaklık yoktur. Perde olan gaflet perdesidir. Allah Teâlâ
her şeyde zahir iken, herhangi bir şeyin onu perdelemesi nasıl düşünülebilir.
Hakk’ın iken her tasarruf bu abes sözler nedir?
Nefs ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd.
Bütün tasarruf Allah Teâlâ’nın ise bu boş sözler ne
için söyleniyor.
Nefs ve şeytân denilen şeylerde ne var ki fesâda
sebep olur (diyorsun).
Bütün fiillerden işleyen Allah (c.c) tır. Bunun
ispatı Saffat suresi 96 ayettir.
‘’Vallahü
halekkkaküm ve ma ta'melun’’ (sizi
ve sizin fiillerinizi halk eden, cenabı haktır)
Bu ayetinde görüldüğü gibi tasarruf sahibi yalnızca o
iken boş sözler etmemek lazımdır. Ben yaptım diyen kişi yaptığı işin halk
edicisi olması gerekmektedir. Ancak bir tek halk edici olduğuna göre kul şirk
eder. Bir kişinin iyilik ya da kötülük işlemeye gücü yoktur. Ancak Allah (c.c)
kulun gönlüne nazar eder ve zuhurat sahnesine getirir.
Kötü işin yapılmasına razı değildir fakat işlemek
isteyen kulunu da bundan men eylemez.
Böylece kul günahkâr olmuş olur. Ama yine bu olayın
meydana gelmesi hakkın isteği iledir.
Bir gün peygamber efendimiz (S.a.s) İblis’i acele bir
şekilde giderken görür. “Nereye gidiyorsun İblis” diye sorar İblis “ Allah’ ın
kullarını azdırıp, yoldan çıkarmaya” bunun üzerine efendimiz (s.a.s) şöyle
buyurur “Benim elimde hidayetten yana bir şey yok, senin elinde de dalaletten
yana bir şey yok iken bu çaban niye” bu kıssada da görüldüğü gibi faili mutlak
Allah’tır.
Dünyâ vü ukbâ dahi hem haşr ü neşr olmak nedir?
Bunları bildir bana hem ne dürür mebde meâd.
Dünyâ ve ahret, kıyametten sonra insanların toplanıp
ve dağılmaları nedir?
İlk yaratılış ve ahiret için yok olma nedir bunları
bana bildirir misin?
“Dünya ve ahiret” ve “haşr ve neşir” açılmaya ve
gizlenmeye işarettir. Ahiret, dünyânın kalbidir. Avamın haşrı zahir ve seçkin
insanların hem zahir ve hem
bâtındır. Onun için “Kıyâmetü’l‐ârifîne dâimetün” “Ariflerin kıyameti süreklidir” buyrulmuştur. Bu
nedenle kıyamet haşrı avam olanlaradır. “İnsanlar uyumaktadırlar, öldükleri
zaman uyanırlar.”
Bu âlemde âlem‐i kendi
ihtiyarı ile dirilenler mecburî dirilişten önce tekrar tekrar dirilmiştir. “Ölmeden
önce ölünüz.” bu sırra işarettir. “Ölen kişinin kıyameti
kopmuştur.” Yani arif olanlar haşir ve neşri daha bu âlemde görürler. “Ölmeden
önce ölünüz”, hükmünce o Tevhid‐i ef’âlde fiilerini
Hakk’a verir. Tevhid‐i sıfatta sıfatı Hakk’a verir.
Tevhid‐i Zat’ta zatı Hakk’a verir. Cem makamında zatı giyer,
Hazretül cem’de sıfatı giyer ve Cem’ül‐cem makamında
ef’âli giyer.
Hak’tan geldiğimiz cihetle başlangıcımız Hak’tır. Hakk’a
gideceğimizden dönüşümüz de yine Hak’tır.
“İnna
lillah ve inna ileyhi raciun” Bakara 156
“Biz
Allahtan geldik dönüşümüz ancak onadır”
Ahirette cennet i nirân ü berzâh kim denir?
Bunların aslı nedendir olısar yevm’üt‐tenâd.
Ahirette cennet, cehennem ve berzâh neye denir,
Bunların birbirlerine bağırma gününün aslı nedir.
Cennet ruhu simgeler çünkü onun dünya ile bir bağı
yoktur. Ruh daima vahdeti arzular ve ona yönelir. Çünkü insana izafi olarak
verilmiştir. Cehennemden maksatsa nefistir ki eğitilmez ise insanı en kötü
yollara sokar. Kalp ise berzahı simgeler o ruhun iyi istekleri ve nefisin kötü
isteklerinin toplandığı tecelli yeridir. Bir birileri ile olan münasebetleri
daimi olarak devam eder.
Kahr‐ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,
Bu ikinin vahdeti midir acep râh‐ı sedâd.
Kahr ve lûtfun bir demenin sebebinin aslı nedir,
Acaba bu ikinin birliği midir doğru yol.
“Kahr” ârizî
ve itibarî ve “lutf” aslî ve hakikidir.” Rahmetim gazabımı geçti.”
Bu manaya işarettir. Kahr aslî sıfat olsa rahmâniyet sıfatına aykırı ve
zıttır.” Her bela, sıkıntı bir bahşiş açar. (Her mihnet ile bir hediye
gelir).” Onun için kahır hakikatte lafızda gizlidir. Belâ ise lutfun
aslıdır rahmete kavuşturur. Celâlin ve cemalin kudreti zâttadır. Lâkin cemal, zatın
sıfatları ile muteberdir. Celâlde ise yalnız zât ile muteberdir. Cennet ehl‐i zahir nimetler ile gıdalanırken ve cehennem ehli
gıdanın yokluğu eziyetini çeker. Kahr ve lütuf insanların tabiatına göredir.
Bir kimsenin tabiatına kahır olan, ötekinin tabiatına göre bir lütftur. Meselâ:
Şehirlerde oturanlara göre ıssız bir köyde oturmak kahırdır, hâlbuki oranın
halkı için bir lütftur. Anın kahrı şehirde oturmaktır ki, bu halde şehirlerde
oturanlar için bir lütftur. Tevhit ehli kullar her fiilde fail olanın O
olduğunu gördüğü zaman artık onlar için kahırda birdir, lütufta yapanın
yaptıranın kim olduğundan farkındadırlar.
“Hoştur
bana senden gelen gerek gül gerek diken ya hilkat yahut kefen. Kahrında hoş lutfunda”
Allahta kötülük yoktur. O safi temizlik ve iyilik sembolüdür.
Onun meydana getirdiği tecelliler hep kullarının kemalatı içindir. Zahiren bir
hata yaptığımızda annelerimiz hafiften kulağımızı çeker. Bu kötü bir fiil gibi
görünse onun altında tamamen safi bir his yatmakta ve evladının kötü yola
düşmemesi içindir. Hakta kullarını bizlerce kötü olarak adlandırılan
tecellilerle uyarır ve iyilik safına geçmemizi ister. İşte şer ve hayır burada
birleşerek daim hayır olur.
"Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir.
Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara
Suresi 216)
Sizin hayır
bildiklerinizde şer şer bildiklerinizde hayır vardır. (hadisi
şerif)
Yani râhat ayn‐ı mihnet, mihneti
râhat mıdır,
Cümleden râzı mıdır Hakk ber târik‐i ıttırâd.
Yani rahat mihnetin aslı, mihnette rahatın hakikati
midir?
Hakk bu birbirine uygun ve düzenli kıldığı yolda
herşeyden râzı mıdır?
“Mihnet”, şanlı
rütbedir.” Rahat”, en büyük fazilettir. Aslında ikisi de kemale dair
bir manadır. Çalışmak bir zahmettir, ancak çalışmağa alışmış bir işçiyi işinden
çeksen aylaklık ona azap verir, ancak o kimse çalışırsa rahat bulur. İşte
rahatı mihnet, mihneti de rahat bilmek bu demektir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hicret
esnasında mağaraya gizlendiğinde yanındaki Hz.Ebubekir radiyallâhü anh’aya
buyurdu ki;
“Üzülme Allah bizimle beraberdir.”
Allah
bir an dahi kullarından ayrı değildir. Çünkü “Biz kulumuza şah damarından daha
yakınız” buyurarak ondan işleyenin yine kendisi olduğunu bildirmektedir.
Allah Teâlâ’ya nispetle gizli bir şey yoktur.
Gizlilik kula nispetledir.
Ebu Mûsa el Eş'ari anlatıyor; “Bir gün seferde
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem beraberdik. Dönüşümüzde Medine'ye yaklaştık,
insanlar sesli olarak tekbir getirmeye
başladılar. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem şöyle buyurdu;
“Kendinize acıyın, siz ne sağıra ne de gaib olana dua
ediyorsunuz. Sizi gören ve işiten zata dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir.
Dua ettiğiniz zat, birinize bineğinizin boynundan daha yakındır.”
Nitekim aynada görünen suretin, bakanın hakiki vücudu
değildir. Belki gölgesidir. Biri birinin aynısıdır denilse bir yönden kabul,
başka cihetten ret edilir. Bu konuda tam bir anlayış gerekir, yoksa ayakların
kaydığı yerdir. Vahdet demekle sâlikin vücudu, Allah Teâlâ oldu demek lâzım
gelmez.
Belki tecelli ile vücudu mağlup oldu demek lazım
gelir. Ancak hulul ve intikal vartalarında kalmış çoktur.
Muhyiddin İbnu’l Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz Allah Teâlâ ile kulu bir görmektedir.
“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:
“Rab Haktır, kul Haktır,
Ah bilseydim, mükellef kimdir?
Kuldur dersen O yoktur,
Rab’dır dersen o nasıl mükellef olur ?”
Nice zaman da şöyle demişimdir:
“Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde
hayret ettim. Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep) O’nun yaptığını
görüyorum. Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var, Ondan
başkası yok.”
“Men aref“ le “mâ remeyt‐e iz remeyte”
remzini,
Fark ede gör mümkün ise ber‐sebîl‐i infirâd.
“Nefsini bilen Rabbini bilir” le “Yâ, Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem kâfirlere toprak attığın vakit, sen atmadın ancak
Allah Teâlâ attı”remzi ile
Bir olmayı fark ile görmek mümkün müdür?
“Men aref‐e nefsehû
fekad aref‐e Rabbehû”, “Nefsini bilen rabbini bilir” hadis‐i şerîfini tefsirciler telakki etmediler, çünkü bu
hadis‐i şerif
Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
vefatından sonra nakledilmiş olup, râvisi
Hazreti Ömer radiyallâhü anhdır. Bir defasında
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazreti Ömer ile
görüştüklerinde bu hadisi söylemişlerdir. Bu hadisin doğruluğuna Kur’ân‐ı Kerimde bir âyet var mıdır? Diye sorana; Evet vardır.
“Nefsine ihanet edenlerden başka kim İbrahim’in
millet(din)inden kaçınır? Şüphe yok ki Biz O’nu dünyada mümtaz kıldık ve
şüphesiz ahirette de O, muhakkak sahihler zümresindendir.” âyet‐i
kerimesidir. Yani “Millet‐i İbrahim’den olan kimse tevhidden
yüz çevirmez, muhalefet etmez. Âyetteki, “Men sefihe nefsehû” demek
“men cehile nefsehû” yani “Nefsini bilmeyen tevhidden yüz
çevirdi.” İşte bu ayet bu hadisin doğruluğuna delildir. Bu konu ile
ilgili ayet ve hadisler çok gelmiştir.” Allah Teâlâ, Âdem‘i kendi
suretinde yarattı.” “Allah
Teâlâ Âdemi kendi surelinde yarattı buyurulmuştur.
Allah
(c.c) ilk insan olarak Hz. Âdemi yaratmıştır. O safiullahtır. Saf ve temiz bir
nefisten meydana gelmiştir. Nitekim ben hepinizi bir nefisten yaratım, ondan da
eşini yarattım demektedir. İşte kul bu nefsi kendisinde bulup tanıdığında rabbini
de tanır.
“Yâ, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kâfirlere toprak
attığın vakit, sen atmadın ancak Allah Teâlâ attı” remzinde ise Muhammed
hakikatinin özününde kendisi olduğunu bildirmektedir. Kul bunu ancak Vahdeti
vücutta fark eder ki çünkü orada abid (kul) Mabud (yaratıcı) hepsi haktır.
Çünkü kulluk keyfiyeti bu makama kadardır. Buradan sonra kulluk bir basamak
yukarı nübüvvete taşınır.
İkinci beyitte geçen husus ise birliği (vahdeti) fark
ile (kesrette) görmek mümkün müdür sorudur ki cevabı evet mümkündür.
Fark ehli bütün bu kesretin arkasındaki müsemmaya
nazar ederek kesrette de hakkı birler.
Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,
Zâhid anlasa Hakk’ı zühdü neden olur kesâd.
Veli, Niyâzî’nin müşkülü çoktur biri de budur,
Hakk’ı anlasaydı zâhid zühdü bu kadar kalmaz kıtlık
gibi azalırdı.
Aziz Mahmud Hüdayî kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz buyurdu ki;
Hakk‐ı anlamak merd işidir
Aklî değil nerd işidir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder