Kandedir cehl ile zulmet nefs‐i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet bil anı cânındadır.
Her nerede cehalet ile karanlık büyük yılan nefsindedir,
Her nerede ilmiyle hikmet bil onu cânındadır.
Bütün cehaletin kaynağı bilgisizlikten gelmektedir. Hakikat bilgisi bizi ancak hakka götürecek salt bilgidir. Zahiri bilgiler bizi ancak bir yere kadar taşır. Buradan sonra devreye hakikat bilgisi ve aşk girer. Çünkü aşk insanı hakka yaklaştıran en büyük vasıtadır.
Kandedir cehl ile zulmet
nefs‐i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet
bil anı cânındadır.
Zûlmet‐i cehli bırak sen iste nûr‐i hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen
cümle irfânındadır.
Sûreta bu harman‐ı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var
cümle harmânındadır.
Zâhirâ ahkâm‐ı eflâkin velî mahkûmusun,
Bâtınâ ây gün felekler
cümle fermânındadır.
Al ele çevkân‐ı zikri hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhid topunu
çünkü meydânındadır.
Saykal ur mir’ât‐ı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem
halkı divânındadır.
Bil ki vech‐i Hakk’a mir’âttır özün bir hoş gözet,
Men aref sırrındaki ma’den
senin kânındadır.
“Küntü kenzen” remzini
buldunsa sen Mısrîyâ,
“Külle yevmin hû” yu anla
kim senin şânındadır.
Kandedir cehl ile zulmet
nefs‐i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet
bil anı cânındadır.
Her nerede cehalet ile karanlık
büyük yılan nefsindedir,
Her nerede ilmiyle hikmet bil onu
cânındadır.
Bütün cehaletin kaynağı
bilgisizlikten gelmektedir. Hakikat bilgisi bizi ancak hakka götürecek salt
bilgidir. Zahiri bilgiler bizi ancak bir yere kadar taşır. Buradan sonra
devreye hakikat bilgisi ve aşk girer. Çünkü aşk insanı hakka yaklaştıran en
büyük vasıtadır.
Bizler aşktan sudur ettik
Aşk üzerine yaratıldık
Aşka doğru yöneldik
Aşka verdik gönlümüzü
İbn Arabî
Bütün karanlıklar
bilgisizlikten meydana gelir. Bilgi insanın elinde yanan kuvvetli bir fener
gibidir. Geldiği her yeri aydınlatır. Bu yüzden bütün cehalet ve karanlık
eğitilmemiş nefisten meydana gelir.
Hikmet ve ilimin tek sahibi
Allah (c.c) tandır. Çünkü sonsuz hikmet sahibi olan rabbimiz kendi katından
bize ne bildirirse ancak onu bilebiliriz.
“Allah
Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz
sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler:
«Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize
bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi
sadece Sensin Sen!» dediler.” (Bakara 31-32)
Bize gelen bütün bilgiler candandır. O da zatı hakkın
ta kendisidir.
Zûlmet‐i cehli bırak sen iste nûr‐i hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.
Cehaletin karanlığını bırak sen iste hikmetin nurunu,
Cennet zevkini dilersen cümle irfânındadır
Kişi kemalata erebilmek
için Allah(c.c)’tan hikmeti istemelidir. Hikmet Ledün ilmidir. Çünkü bu ilim
ile her türlü açmaz zannedilen şeyler aşikar olur. Bu ilme ve irfana kavuşan
kişide irfan cennetlerinde onların meyveleri olan zevklerle zevklenirler.
Sûreta bu harman‐ı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var
cümle harmânındadır.
Sûreta bu âlem harmanında sen bir tanesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var hepsi harmânındadır.
İnsan zahiren göz ile görünen küçük bir olgu olsa da
hakikatte bütünün ta kendisidir.
Allah (c.c) “İnsan benim sırrımdır. Bende insanın
sırrıyım” buyurmaktadır.
Sen kendini sandın küçük bir insan oysa sende on sekiz
bin âlem gizlidir.
Harmanda küçük bir dane gözüken insan harmanlığın ta
kendisidir.
Aslında insan ile âlem arasında görülen bu paralellik
Şeyhü’l‐Ekber’in“vücûd” ve “vahdet” tasavvuruna
dayanmaktadır. Vücûd, asıl ve mahiyet itibarıyla tek olup makam ve mertebe itibarıyla
farklı görünümlere sahip olduğu için, âlemin farklı her bir mertebesi
arasındaki hakikatteki teklik ve buna bağlı olan benzerlik ve paralellik;
insan, hayvan ya da bütünüyle kâinâta ait sıfatların bir biri yerine
kullanılmasına imkân sağlar.
Muhyiddin ibn'ül Arabi kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz insan‐âlem benzerliği hususundaki Et-Tedbiratül İlâhiyye
fî Islâhı Memleketi’l‐İnsâniyye
deki görüşlerin şematik çözümü şu
şekildedir.
Bu şema ile âlem ve insanda bulunan hayat mücadelesi
ve benzerlik ile “vücûd” ve “vahdet” görüşü tekrar
açıklanmış olmaktadır.
Zâhirâ ahkâm‐ı eflâkin velî
mahkûmusun,
Bâtınâ ây gün felekler cümle fermânındadır.
Veli zâhirde yıldızların hükmünde mahkûmsun,
Bâtındâ ây ve gün felekler hepsi fermânındadır.
Hakikati Muhammediye ye tabii olan kişiler Muhammedi
Sermedidir. Onlar bu dünyayı hem kesret, hem de vahdet zevkleri ile yaşarlar.
İkisinden de ayrı kalmazlar çünkü bütün tecellileri ile bu dünya ya
bağlıdırlar. Ve içsel dünyalarında da tamamen Hakka bağlıdırlar. Yani enfüste
ve afakta onlar hep hak ile birliktedirler. Zahirde yön bulmak için veliler
dahil gece olunca yön bulmak için yıldızları kullanırlar. Vahdette de hal böyledir.
Çünkü veli kullar kendinden önce gelmiş mana yıldızlarının eğitimi ile
yönlerini bulurlar. Fakat Vahdet zevkinde ise ay da gün de hepsi aynı batında
birleşmişlerdir. Çünkü hepsi tamamen Hakkın varlığında fani olmuştur.
Al ele çevkân‐ı zikri
hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhid topunu
çünkü meydânındadır.
Ele al zikir değneğini hem de nefsine bin,
Tevhid topunu tutmaya bak, çünkü meydânındadır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Küçük cihattan büyük
cihada dönmüş bulunuyoruz” sözüne karşılık büyük cihadın ne olduğu sorulunca;
Dikkat edin o, nefis mücadelesidir” buyurdu.
Çünkü zahiri savaşta insan düşmanını kafa gözü ile
görür ve korkmaz. Hâlbuki zor olanı göz ile görünmeyen nefis ile verilen
savaştır.
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz de buyurdu ki;
Onun yüzünden bu güzel
dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Allah Teâlâ ile de savaşıyorsun, halkla
da. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın
olmaz.
Nefsini
öldürmekten kasıt onu ruhlaştırmak, zararsız hale getirmektir. Çünkü nefsin
ölmesi demek kişinin ölmesi demektir. O yüzden onu zararsız hale getirirsek
hiçbir düşmanımız kalmaz.
Saykal ur mir’ât‐ı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem
halkı divânındadır.
Cila aletini kalb aynasını dışarıya bakmağı bırak,
Sen sana bak bütün âlem halkı divânındadır.
“Benlikten geçersen
yüzlerce rahmet görürsün. Kendine gelince de binlerce zahmet çekersin. Hep
Firavun gibi sakalını tarayıp durma. Bir şey taramak istiyorsan bıyığına
yaraşacak bir tarak bulmaya bak.” Hz.
Mevlana
AYNA
Farsça bir kelime olan ayine, karşısındaki şekli ve
renkleri aksettiren madenî levha veya arkası sırlı düz cam olan süslenme
eşyasının adıdır. Arapçası mir’ât, Türkçesi ayna ve gözgüdür. Ayine ve diğer
karşılıkları, mecazen, bir nesneyi veya bir hali aksettiren ve göz önünde
canlandıran şey, kavram ve hal manasına da kullanılmıştır. Tasavvuf şiirinde,
tecellî, varlık, gibi tasavvufî kavramlar, dervişin halet‐i ruhiyesi, hayal, heyecan, hayret gibi duyguları,
yani soyut kavramlar olan hal ve durumlar, somut unsurlarla birleştirilmiş;
soyut kavramlar somut eşyalar ile biçimlendirilerek zihinde canlandırılmıştır.
Böylece ayna da bazı kavram ve unsurların sembolü olmuştur.
Sadece şiirde değil, tasavvufun nazariyatında da
vahdet‐ i vücûd, eşyanın ve insanın mahiyeti, yaratılış ve
tecellî gibi kavramlar izah edilirken ayna sembolü kullanılmıştır.
Tasavvufî şiirde ayna “tecellî‐gâh”tır. Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir.
Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insan‐ı kâmil, mümin, insanın gönlü, kalbi Allah Teâlâ’nın
mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bunların benzetilenidir;
sembolüdür. “Anlam çokluğu bir simgenin özündedir ve akılcı (rasyonel) tanımlamalardan
üstün olduğu yön budur. Çünkü akılcı tanımlama bir kavramı akılcı
bağlantılarına göre düzenlerken aynı zamanda onu belli bir düzeyle sınırlarken,
simge nitelik ve açıklığından zerre kadar kaybetmeden “yukarıya (üst düzeylere)
açık” kalır. Hepsinden öte, simge akıl ötesi gerçekliklerin anahtarıdır.”
Tasavvuf inanışında, âlem tecellî ile meydana gelmiştir.
Mutlak ve gerçek güzelliğe, iyiliğe, kudrete, ululuğa sahip olan Allah Teâlâ
kendini görmek ve göstermek istemiş, bu aşk‐ı zâtî ile cihanı yaratmıştır.
İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah Teâlâ da kendi
güzelliğini görmek ve göstermek için, ayna durumunda, âlemi meydana
getirmiştir.
Âlem, Allah Teâlâ’nın kendini gösterdiği aynadır.
Öyle bir ayna ki içinde âlem var, her şey var, ama bu varlık yokluktan ibaret,
sadece bir görüntü; gerçek gibi görünüyor, fakat gerçekliği yok. Allah
Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. Tek ve gerçek varlık Allah’tır. Kâinatta
gördüğümüz ve var zannettiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cisminin bulunmaması
gibi, gerçek ve kendine mahsus bir varlığı yoktur; Allah Teâlâ’nın birer
şekilde görüntüsünden ibarettir. Allah Teâlâ âlemde isim ve sıfatlarıyla
tecellî etmiştir. İsim ve sıfatlarını âlemde belirtmiş, göstermiştir. Vahdet
(birlik), kesret (çokluk) halinde belirmiştir. Allah Teâlâ’nın isim ve
sıfatlarıyla onların zıtları âlem aynasında birlikte görünürler. Her şey
zıddıyla belli olur. Çirkin olmadan güzel; yokluk olmadan varlık; açlık hissi,
yeme ihtiyacı olmadan rızık vericilik; affedilecek günahkâr olmadan rahm edicilik;
verilecek muhtaçlar olmadan cömertlik kavramlarının belirmesi mümkün değildir.
Birincileri kesretin, ikincileri vahdetin sıfatlarıdır. Vahdet kesreti meydana
getirir; kesret vahdeti gösterir, belli eder; karşılıklı aynalardır, birbirini aksettirirler.
Bu nesneler âleminin çokluk, zıtlık ve çelişmeler şeklinde belirmesi, vahdetin
kavranması ve anlaşılmasını sağlamaktadır.
Bu duruma Hz. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l‐aziz, Mesnevi’de bir ayna temsiliyle örnek verir.
Birisinin, Hz. Yusuf’u ziyarete giderken ona, hediye
olarak ayna götürdüğü ve “Senin
güzelliğine layık bir şey bulamadım; aynaya bakıp kendi güzelliğini gördükçe
beni de hatırlarsın” dediği anlatıldıktan sonra Mevlana şunları
söylüyor.
“Varlığın aynası nedir?
Yokluk.
Varlık yoklukta
görülebilir; zenginler yoksula cömertlikte bulunabilirler. Bir yerde yokluk,
noksan var mı, orası, bütün sanatların hünerlerin aynasıdır.
Elbise biçilmiş dikilmiş
olursa terzinin hüneri nasıl görünür? Marangoz ağaçları yontup birleştirmeli ki
bir iş yapmış olsun. Bakırın horluğu, bayağılığı meydanda olmazsa kimya nasıl
görünür?
Noksanlar olgunluğun
aynasıdır; o horluk üstünlüğün, ululuğun aynasıdır. Gerçekten de zıddı meydana
çıkaran onun zıddı olan şeydir.
Kendi noksanını gören olgunlaşmaya on atla koşar.”
Mesnevi’de, temiz, saf, parlak aynanın gerçeği
aksettirdiğine, her şeyi, güzeli çirkini, iyiyi‐kötüyü,
noksanı‐olgunu, olduğu gibi gösterdiğine dair başka hikâyeler
de vardır. Bunlardan ikisi şöyledir.
“Güzeli çirkinleştirebilir
miyim?
Rab değilim ya; çirkine de
bir aynayım ben, güzele de. Hintli, bu, adamı kara yüzlü gösteriyor diye
dertlere düştü de aynayı kırdı. Ayna dedi ki: Suç benim değil, benim yüzümü
cilalayana kabahat bul.”
“Düşte
çirkin şeyler görüyor, onlardan ürküp kaçıyordun; oysaki gördüklerin senin
halindi, senin yaptıklarındı. Hani kendi yüzünü aynada çirkin görüp aynaya
tüküren zenci gibi. Sen demişti, ne de çirkinmişsin, layığın budur ancak.
Ayna da, a kör aşağılık
kişi demişti, bende gördüğün çirkinlik senin çirkinliğin. Sen kendi çirkin
yüzünü kirletmektesin; bu pislik bana bulaşmaz; çünkü apaydınım ben”
Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen bu
âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir görüntü olan insan, hangi yöne baksa
sevgilinin, Allah’ın
tecellîlerini görecektir. Sevgilinin güzelliğini
bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür; ondan başka bir şey
göremez ve konuşamaz.
Tasavvufî şiirde ayna “tecellî‐gâh” dır.
Allah Teâlâ’nın delili olduğu düşünülen her şey, ayna
sembolüyle gösterilmiştir.
Allah Teâlâ’nın göründüğü yerler:
a) Âlem, halk, Allah Teâlâ’nın tecellisiyle meydana
gelmiş; Allah Teâlâ, âlemde isim ve
sıfatlarıyla kendini göstermiştir. O kendi isim ve sıfatlarının bilinmesi için
zıtlarını da halk etmiş; teklik, çokluk halinde belirmiştir. Çokluk birliği, yokluk
varlığı işaret eder.
b) Allah Teâlâ’nın göründüğü, kendini gösterdiği bir
ayna da “insan ve insanı kâmil”dir. İnsan Allah Teâlâ’nın halifesidir. Allah
Teâlâ, zat, sıfat ve fiilleriyle en mükemmel şekliyle insanda tecelli etmiştir.
Dolayısıyla insan Allah Teâlâ’yı gösteren en mükemmel aynadır. “Allah âdemi
kendi suretinde yarattı” hadisi de bunu anlatır. Âlemde bulunan her şeyin
insanda bir örneği vardır. Allah Teâlâ kendisinde bulunan bütün isimlerden bir
pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan vasıtasıyla
âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tümü
olduğu gibi, insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarının yekûnudur. İnsan âlem‐i ekberdir;
âlemin özü ve âlemlerin göz bebeğidir. İnsan ezelde, âlem‐i ervahta Allah Teâlâ ile bir ve beraber iken, bedeni
yaratıldığında vahdetten ayrılıp, kesrete düşmüştür. Yeniden aşk ile vecd ile
bedeninden, kesretten kurtulup vahdete erebilir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz en
üst derecede insan‐ı kâmildir.
c) Ayna sembolüyle ifade edilen bir kavram da
mümindir. Mümin sözüyle inanan insan
ve insan‐ı kâmil kastedilir. Aynı zamanda mümin, Allah
Teâlâ’nın ismidir de. “Mü'min
mü'minin aynasıdır” hadisi tasavvufi düşünceye uyarlanmış ve Yârin
âyînesi dildir dilin âyînesi yâr mısraında gönül ile Allah Teâlâ’nın mukabil
ayna oldukları hayaline ulaşılmış; böylece ayna Allah Teâlâ’nın sembolü
olmuştur. Efendi aynadır. Bu aynadan müritlerinin gönlüne nur yansır.
Müridin gönlü aynadır; o ayna da mürşitten gelen feyzi görüntü gibi içine alır.
Mümin müminin mürşidi olarak da düşünülmüştür. Müminlerin gönülleri
karşılıklı aynadır; birbirlerine irşat, feyiz ve İlahî sır aksettirirler.
d) Allah’ın göründüğü en geniş ayna gönüldür. Gönül Allah Teâlâ’nın evidir. Allah Teâlâ müminin,
insan‐ı kâmilin gönlünde tecellî eder. Böyle bir gönül
bütün âlemleri kapsayan bir açıklığa sahiptir. Gönül insandır yahut insan
gönüldür. İnsan, insan‐ı kâmil, mümin, gönül birbiriyle
çok ilgili, zaman zaman biri diğerinin yerine geçen kavramlardır. Tasavvufî
hayatın merkezi kalptir. İç duyulara bağlı bütün faaliyetler gönülde meydana
gelir. Gönül, tasavvufî bilginin, marifet ve irfanın kaynağı; keşif ve ilhamın
meydana geldiği yerdir. Kalp tecellî aynasıdır. Allah Teâlâ isim ve
sıfatlarıyla gönülde tecellî eder. Âlemlere sığmayan Allah Teâlâ, insanın
gönlüne sığmıştır. Böyle olunca da insanın gönlü âlemlere sığmaz. Gönül aşk ile
aşk ıstırabı ile saflaştırılan bir aynadır.
Allah Teâlâ bu aynada tecellî ederse, gayb âleminin, Cebrail’in
dahi bilmediği sırları gönülde belirir.
“Küntü kenzen” remzini
buldunsa sen Mısrîyâ,
“Külle yevmin hû” yu anla
kim senin şânındadır.
Mısrî sen, “Küntü kenzen” remzini buldunsa
“Külle yevmin hû” yu anla kim senin şânındadır.
“Günlerin, devirlerin
aslı, merkezi ve ruhu Cenabı Hakk'ın “O, her an başka bir şandadır.”
Sözüyle işaret buyurduğu (An) günüdür. Bölünemeyen
tek zamandan ibaret olan An'a itibar et. Çünkü o, gerçek varlıktır, Rahmani
nefestir, Ama‐ı gaybdir. Ondan başkası, ister mazi ister istikbal
farz edilsin, yoktur. Varlığın An'ı vardır. Bir tek an vardır. Mutlak Ama
mertebesinden Rahmani nefese Mutlak An doğmuştur. An sırrıyla nefes, bütün
oluşlara ve zamanlara yayılmıştır.
Devrin, tabii çokluk hükümleri vardır. An'dan
dakikalar meydana gelir. An genişleyince gün adını alır. Gün genişleyince
haftalar, aylar, seneler ve devirler doğar. O halde An üzerine eklenen her şey zaididir.
Hakiki varlık, zamanın sari, külli burçları ve mertebeleri hep Allah Teâlâ'ya ait
olan bu An'dan ibaret kalır ki “O, her an bir şandadır” ayetiyle buna
işaret edilmiştir.
İşte Kudsi Hadiste Zat'ın isimlerinden olan Dehr'i
meydana getiren zamanın hakikati budur;
“Dehre (zamana)
sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır.”
“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıyım.
Gece ve gündüz benim elimdedir”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
“Rabbın indinde sabah
akşam yoktur” sözü gibi. Buradaki
zaman AN‐i Daim günüdür ki Cenabı Hakk'ın şu sözüyle buna
işaret edilmiştir: “O, her an başka
bir şandadır.” Artık sen anla. Allah daha iyi bilir.
Bil ki: Zamanın mertebeleri olduğu gibi mekânın da
mertebeleri vardır. Bunlardan kimi kesif, kimi daha kesiftir. Kimi latif, kimi
daha latiftir. Zamanın bir de
berzahiyyet (ara) mertebesi vardır ki cinlerin ve
şeytanların ve bazı ruhların mertebesidir. Soyut (ruhların), manaların ve
tecellilerin soyut bir günü vardır. İşte bu gün, ŞE’N'ın mazharı olan An’dır.
Bir de mütehayyiz (yer kaplayan cisim) lere mahsus mukayyet gün vardır. Demek
zaman, soyutla soyut; mütehayyiz (yer kaplayan, mürekkep) le mütehayyizdir.
Soyut gün, ruhlara, mütehayyiz gün cisimlere mahsustur. Kime zamanın sırrı
açılırsa, Kur’an‐ı Kerim'in ruhu açılmış olur. Ve o zat, “Kulle
yavmin Huve fi şen: O, her an başka bir şandır.” Ayetinin sırrına erer.
Teskkürler bu paylaşım için
YanıtlaSilEy İnsan !...
YanıtlaSilBak kalbine, orada kim var,
Kendine kim kıldın Yar !...
Bir O (CC) dost bize bil,
Geri kalan hep ağyar.
Abdullah Kaya Amasyalı
Şair