6 Ekim 2012 Cumartesi

Kandedir cehl ile zulmet nefs‐i su’bânındadır


Kandedir cehl ile zulmet nefsi su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet bil anı cânındadır.

Her nerede cehalet ile karanlık büyük yılan nefsindedir,
Her nerede ilmiyle hikmet bil onu cânındadır.

Bütün cehaletin kaynağı bilgisizlikten gelmektedir. Hakikat bilgisi bizi ancak hakka götürecek salt bilgidir. Zahiri bilgiler bizi ancak bir yere kadar taşır. Buradan sonra devreye hakikat bilgisi ve aşk girer. Çünkü aşk insanı hakka yaklaştıran en büyük vasıtadır.



Kandedir cehl ile zulmet nefsi su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet bil anı cânındadır.
Zûlmeti cehli bırak sen iste nûri hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.
Sûreta bu harmanı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var cümle harmânındadır.
Zâhirâ ahkâmı eflâkin velî mahkûmusun,
Bâtınâ ây gün felekler cümle fermânındadır.
Al ele çevkânı zikri hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhid topunu çünkü meydânındadır.
Saykal ur mir’âtı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem halkı divânındadır.
Bil ki vechi Hakk’a mir’âttır özün bir hoş gözet,
Men aref sırrındaki ma’den senin kânındadır.
“Küntü kenzen” remzini buldunsa sen Mısrîyâ,
“Külle yevmin hû” yu anla kim senin şânındadır.


Kandedir cehl ile zulmet nefsi su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmet bil anı cânındadır.

Her nerede cehalet ile karanlık büyük yılan nefsindedir,
Her nerede ilmiyle hikmet bil onu cânındadır.

Bütün cehaletin kaynağı bilgisizlikten gelmektedir. Hakikat bilgisi bizi ancak hakka götürecek salt bilgidir. Zahiri bilgiler bizi ancak bir yere kadar taşır. Buradan sonra devreye hakikat bilgisi ve aşk girer. Çünkü aşk insanı hakka yaklaştıran en büyük vasıtadır.



Bizler aşktan sudur ettik
Aşk üzerine yaratıldık
Aşka doğru yöneldik
Aşka verdik gönlümüzü

                    İbn Arabî

Bütün karanlıklar bilgisizlikten meydana gelir. Bilgi insanın elinde yanan kuvvetli bir fener gibidir. Geldiği her yeri aydınlatır. Bu yüzden bütün cehalet ve karanlık eğitilmemiş nefisten meydana gelir.

Hikmet ve ilimin tek sahibi Allah (c.c) tandır. Çünkü sonsuz hikmet sahibi olan rabbimiz kendi katından bize ne bildirirse ancak onu bilebiliriz.

“Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: «Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi sadece Sensin Sen!» dediler.” (Bakara 31-32)

Bize gelen bütün bilgiler candandır. O da zatı hakkın ta kendisidir.





Zûlmeti cehli bırak sen iste nûri hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.

Cehaletin karanlığını bırak sen iste hikmetin nurunu,
Cennet zevkini dilersen cümle irfânındadır

Kişi kemalata erebilmek için Allah(c.c)’tan hikmeti istemelidir. Hikmet Ledün ilmidir. Çünkü bu ilim ile her türlü açmaz zannedilen şeyler aşikar olur. Bu ilme ve irfana kavuşan kişide irfan cennetlerinde onların meyveleri olan zevklerle zevklenirler.

Sûreta bu harmanı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var cümle harmânındadır.

Sûreta bu âlem harmanında sen bir tanesin,
Mâ’na yüzünde ne kim var hepsi harmânındadır.

İnsan zahiren göz ile görünen küçük bir olgu olsa da hakikatte bütünün ta kendisidir.

Allah (c.c) “İnsan benim sırrımdır. Bende insanın sırrıyım” buyurmaktadır.

Sen kendini sandın küçük bir insan oysa sende on sekiz bin âlem gizlidir.

Harmanda küçük bir dane gözüken insan harmanlığın ta kendisidir.




Aslında insan ile âlem arasında görülen bu paralellik Şeyhü’lEkber’in“vücûd” ve “vahdet” tasavvuruna dayanmaktadır. Vücûd, asıl ve mahiyet itibarıyla tek olup makam ve mertebe itibarıyla farklı görünümlere sahip olduğu için, âlemin farklı her bir mertebesi arasındaki hakikatteki teklik ve buna bağlı olan benzerlik ve paralellik; insan, hayvan ya da bütünüyle kâinâta ait sıfatların bir biri yerine kullanılmasına imkân sağlar.

Muhyiddin ibn'ül Arabi kaddese’llâhü sırrahu’laziz insanâlem benzerliği hususundaki Et-Tedbiratül İlâhiyye fî Islâhı Memleketi’lİnsâniyye deki görüşlerin şematik çözümü şu şekildedir.



Bu şema ile âlem ve insanda bulunan hayat mücadelesi ve benzerlik ile “vücûd” ve “vahdet” görüşü tekrar açıklanmış olmaktadır.

Zâhirâ ahkâmı eflâkin velî mahkûmusun,
Bâtınâ ây gün felekler cümle fermânındadır.

Veli zâhirde yıldızların hükmünde mahkûmsun,
Bâtındâ ây ve gün felekler hepsi fermânındadır.

Hakikati Muhammediye ye tabii olan kişiler Muhammedi Sermedidir. Onlar bu dünyayı hem kesret, hem de vahdet zevkleri ile yaşarlar. İkisinden de ayrı kalmazlar çünkü bütün tecellileri ile bu dünya ya bağlıdırlar. Ve içsel dünyalarında da tamamen Hakka bağlıdırlar. Yani enfüste ve afakta onlar hep hak ile birliktedirler. Zahirde yön bulmak için veliler dahil gece olunca yön bulmak için yıldızları kullanırlar. Vahdette de hal böyledir. Çünkü veli kullar kendinden önce gelmiş mana yıldızlarının eğitimi ile yönlerini bulurlar. Fakat Vahdet zevkinde ise ay da gün de hepsi aynı batında birleşmişlerdir. Çünkü hepsi tamamen Hakkın varlığında fani olmuştur. 


Al ele çevkânı  zikri hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhid topunu çünkü meydânındadır.

Ele al zikir değneğini hem de nefsine bin,
Tevhid topunu tutmaya bak, çünkü meydânındadır.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Küçük cihattan büyük cihada dönmüş bulunuyoruz” sözüne karşılık büyük cihadın ne olduğu sorulunca; Dikkat edin o, nefis mücadelesidir” buyurdu.

Çünkü zahiri savaşta insan düşmanını kafa gözü ile görür ve korkmaz. Hâlbuki zor olanı göz ile görünmeyen nefis ile verilen savaştır.

Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’laziz de buyurdu ki;

Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Allah Teâlâ ile de savaşıyorsun, halkla da. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz.

Nefsini öldürmekten kasıt onu ruhlaştırmak, zararsız hale getirmektir. Çünkü nefsin ölmesi demek kişinin ölmesi demektir. O yüzden onu zararsız hale getirirsek hiçbir düşmanımız kalmaz.




Saykal ur mir’âtı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem halkı divânındadır.

Cila aletini kalb aynasını dışarıya bakmağı bırak,
Sen sana bak bütün âlem halkı divânındadır.

“Benlikten geçersen yüzlerce rahmet görürsün. Kendine gelince de binlerce zahmet çekersin. Hep Firavun gibi sakalını tarayıp durma. Bir şey taramak istiyorsan bıyığına yaraşacak bir tarak bulmaya bak.”  Hz. Mevlana

AYNA

Farsça bir kelime olan ayine, karşısındaki şekli ve renkleri aksettiren madenî levha veya arkası sırlı düz cam olan süslenme eşyasının adıdır. Arapçası mir’ât, Türkçesi ayna ve gözgüdür. Ayine ve diğer karşılıkları, mecazen, bir nesneyi veya bir hali aksettiren ve göz önünde canlandıran şey, kavram ve hal manasına da kullanılmıştır. Tasavvuf şiirinde, tecellî, varlık, gibi tasavvufî kavramlar, dervişin haleti ruhiyesi, hayal, heyecan, hayret gibi duyguları, yani soyut kavramlar olan hal ve durumlar, somut unsurlarla birleştirilmiş; soyut kavramlar somut eşyalar ile biçimlendirilerek zihinde canlandırılmıştır. Böylece ayna da bazı kavram ve unsurların sembolü olmuştur.




Sadece şiirde değil, tasavvufun nazariyatında da vahdeti vücûd, eşyanın ve insanın mahiyeti, yaratılış ve tecellî gibi kavramlar izah edilirken ayna sembolü kullanılmıştır.

Tasavvufî şiirde ayna “tecellîgâh”tır. Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insanı kâmil, mümin, insanın gönlü, kalbi Allah Teâlâ’nın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bunların benzetilenidir; sembolüdür. “Anlam çokluğu bir simgenin özündedir ve akılcı (rasyonel) tanımlamalardan üstün olduğu yön budur. Çünkü akılcı tanımlama bir kavramı akılcı bağlantılarına göre düzenlerken aynı zamanda onu belli bir düzeyle sınırlarken, simge nitelik ve açıklığından zerre kadar kaybetmeden “yukarıya (üst düzeylere) açık” kalır. Hepsinden öte, simge akıl ötesi gerçekliklerin anahtarıdır.”

Tasavvuf inanışında, âlem tecellî ile meydana gelmiştir. Mutlak ve gerçek güzelliğe, iyiliğe, kudrete, ululuğa sahip olan Allah Teâlâ kendini görmek ve göstermek istemiş, bu aşkı zâtî ile cihanı yaratmıştır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah Teâlâ da kendi güzelliğini görmek ve göstermek için, ayna durumunda, âlemi meydana getirmiştir.




Âlem, Allah Teâlâ’nın kendini gösterdiği aynadır. Öyle bir ayna ki içinde âlem var, her şey var, ama bu varlık yokluktan ibaret, sadece bir görüntü; gerçek gibi görünüyor, fakat gerçekliği yok. Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. Tek ve gerçek varlık Allah’tır. Kâinatta gördüğümüz ve var zannettiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cisminin bulunmaması gibi, gerçek ve kendine mahsus bir varlığı yoktur; Allah Teâlâ’nın birer şekilde görüntüsünden ibarettir. Allah Teâlâ âlemde isim ve sıfatlarıyla tecellî etmiştir. İsim ve sıfatlarını âlemde belirtmiş, göstermiştir. Vahdet (birlik), kesret (çokluk) halinde belirmiştir. Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarıyla onların zıtları âlem aynasında birlikte görünürler. Her şey zıddıyla belli olur. Çirkin olmadan güzel; yokluk olmadan varlık; açlık hissi, yeme ihtiyacı olmadan rızık vericilik; affedilecek günahkâr olmadan rahm edicilik; verilecek muhtaçlar olmadan cömertlik kavramlarının belirmesi mümkün değildir. Birincileri kesretin, ikincileri vahdetin sıfatlarıdır. Vahdet kesreti meydana getirir; kesret vahdeti gösterir, belli eder; karşılıklı aynalardır, birbirini aksettirirler. Bu nesneler âleminin çokluk, zıtlık ve çelişmeler şeklinde belirmesi, vahdetin kavranması ve anlaşılmasını sağlamaktadır.
Bu duruma Hz. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’laziz, Mesnevi’de bir ayna temsiliyle örnek verir.



Birisinin, Hz. Yusuf’u ziyarete giderken ona, hediye olarak ayna götürdüğü ve “Senin güzelliğine layık bir şey bulamadım; aynaya bakıp kendi güzelliğini gördükçe beni de hatırlarsın” dediği anlatıldıktan sonra Mevlana şunları söylüyor.

“Varlığın aynası nedir? Yokluk.
Varlık yoklukta görülebilir; zenginler yoksula cömertlikte bulunabilirler. Bir yerde yokluk, noksan var mı, orası, bütün sanatların hünerlerin aynasıdır.
Elbise biçilmiş dikilmiş olursa terzinin hüneri nasıl görünür? Marangoz ağaçları yontup birleştirmeli ki bir iş yapmış olsun. Bakırın horluğu, bayağılığı meydanda olmazsa kimya nasıl görünür?
Noksanlar olgunluğun aynasıdır; o horluk üstünlüğün, ululuğun aynasıdır. Gerçekten de zıddı meydana çıkaran onun zıddı olan şeydir.
Kendi noksanını gören olgunlaşmaya on atla koşar.”

Mesnevi’de, temiz, saf, parlak aynanın gerçeği aksettirdiğine, her şeyi, güzeli çirkini, iyiyikötüyü, noksanıolgunu, olduğu gibi gösterdiğine dair başka hikâyeler de vardır. Bunlardan ikisi şöyledir.

“Güzeli çirkinleştirebilir miyim?
Rab değilim ya; çirkine de bir aynayım ben, güzele de. Hintli, bu, adamı kara yüzlü gösteriyor diye dertlere düştü de aynayı kırdı. Ayna dedi ki: Suç benim değil, benim yüzümü cilalayana kabahat bul.”


Düşte çirkin şeyler görüyor, onlardan ürküp kaçıyordun; oysaki gördüklerin senin halindi, senin yaptıklarındı. Hani kendi yüzünü aynada çirkin görüp aynaya tüküren zenci gibi. Sen demişti, ne de çirkinmişsin, layığın budur ancak.
Ayna da, a kör aşağılık kişi demişti, bende gördüğün çirkinlik senin çirkinliğin. Sen kendi çirkin yüzünü kirletmektesin; bu pislik bana bulaşmaz; çünkü apaydınım ben”

Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen bu âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir görüntü olan insan, hangi yöne baksa sevgilinin, Allah’ın
tecellîlerini görecektir. Sevgilinin güzelliğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür; ondan başka bir şey göremez ve konuşamaz.

Tasavvufî şiirde ayna “tecellîgâh” dır.
Allah Teâlâ’nın delili olduğu düşünülen her şey, ayna sembolüyle gösterilmiştir.
Allah Teâlâ’nın göründüğü yerler:












a) Âlem, halk, Allah Teâlâ’nın tecellisiyle meydana gelmiş; Allah Teâlâ, âlemde isim ve sıfatlarıyla kendini göstermiştir. O kendi isim ve sıfatlarının bilinmesi için zıtlarını da halk etmiş; teklik, çokluk halinde belirmiştir. Çokluk birliği, yokluk varlığı işaret eder.

b) Allah Teâlâ’nın göründüğü, kendini gösterdiği bir ayna da “insan ve insanı kâmil”dir. İnsan Allah Teâlâ’nın halifesidir. Allah Teâlâ, zat, sıfat ve fiilleriyle en mükemmel şekliyle insanda tecelli etmiştir. Dolayısıyla insan Allah Teâlâ’yı gösteren en mükemmel aynadır. “Allah âdemi kendi suretinde yarattı” hadisi de bunu anlatır. Âlemde bulunan her şeyin insanda bir örneği vardır. Allah Teâlâ kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tümü olduğu gibi, insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının yekûnudur. İnsan âlemi ekberdir; âlemin özü ve âlemlerin göz bebeğidir. İnsan ezelde, âlemi ervahta Allah Teâlâ ile bir ve beraber iken, bedeni yaratıldığında vahdetten ayrılıp, kesrete düşmüştür. Yeniden aşk ile vecd ile bedeninden, kesretten kurtulup vahdete erebilir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz en üst derecede insanı kâmildir.


c) Ayna sembolüyle ifade edilen bir kavram da mümindir. Mümin sözüyle inanan insan ve insanı kâmil kastedilir. Aynı zamanda mümin, Allah Teâlâ’nın ismidir de. “Mü'min mü'minin aynasıdır” hadisi tasavvufi düşünceye uyarlanmış ve Yârin âyînesi dildir dilin âyînesi yâr mısraında gönül ile Allah Teâlâ’nın mukabil ayna oldukları hayaline ulaşılmış; böylece ayna Allah Teâlâ’nın sembolü olmuştur. Efendi aynadır. Bu aynadan müritlerinin gönlüne nur yansır. Müridin gönlü aynadır; o ayna da mürşitten gelen feyzi görüntü gibi içine alır. Mümin müminin mürşidi olarak da düşünülmüştür. Müminlerin gönülleri karşılıklı aynadır; birbirlerine irşat, feyiz ve İlahî sır aksettirirler.

d) Allah’ın göründüğü en geniş ayna gönüldür. Gönül Allah Teâlâ’nın evidir. Allah Teâlâ müminin, insanı kâmilin gönlünde tecellî eder. Böyle bir gönül bütün âlemleri kapsayan bir açıklığa sahiptir. Gönül insandır yahut insan gönüldür. İnsan, insanı kâmil, mümin, gönül birbiriyle çok ilgili, zaman zaman biri diğerinin yerine geçen kavramlardır. Tasavvufî hayatın merkezi kalptir. İç duyulara bağlı bütün faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül, tasavvufî bilginin, marifet ve irfanın kaynağı; keşif ve ilhamın meydana geldiği yerdir. Kalp tecellî aynasıdır. Allah Teâlâ isim ve sıfatlarıyla gönülde tecellî eder. Âlemlere sığmayan Allah Teâlâ, insanın gönlüne sığmıştır. Böyle olunca da insanın gönlü âlemlere sığmaz. Gönül aşk ile aşk ıstırabı ile saflaştırılan bir aynadır.
Allah Teâlâ bu aynada tecellî ederse, gayb âleminin, Cebrail’in dahi bilmediği sırları gönülde belirir.

“Küntü kenzen” remzini buldunsa sen Mısrîyâ,
“Külle yevmin hû” yu anla kim senin şânındadır.

Mısrî sen, “Küntü kenzen” remzini buldunsa
“Külle yevmin hû” yu anla kim senin şânındadır.

“Günlerin, devirlerin aslı, merkezi ve ruhu Cenabı Hakk'ın “O, her an başka bir şandadır.”

Sözüyle işaret buyurduğu (An) günüdür. Bölünemeyen tek zamandan ibaret olan An'a itibar et. Çünkü o, gerçek varlıktır, Rahmani nefestir, Amaı gaybdir. Ondan başkası, ister mazi ister istikbal farz edilsin, yoktur. Varlığın An'ı vardır. Bir tek an vardır. Mutlak Ama mertebesinden Rahmani nefese Mutlak An doğmuştur. An sırrıyla nefes, bütün oluşlara ve zamanlara yayılmıştır.
Devrin, tabii çokluk hükümleri vardır. An'dan dakikalar meydana gelir. An genişleyince gün adını alır. Gün genişleyince haftalar, aylar, seneler ve devirler doğar. O halde An üzerine eklenen her şey zaididir. Hakiki varlık, zamanın sari, külli burçları ve mertebeleri hep Allah Teâlâ'ya ait olan bu An'dan ibaret kalır ki “O, her an bir şandadır” ayetiyle buna işaret edilmiştir.




İşte Kudsi Hadiste Zat'ın isimlerinden olan Dehr'i meydana getiren zamanın hakikati budur;
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır.”

“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıyım. Gece ve gündüz benim elimdedir”

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz

“Rabbın indinde sabah akşam yoktur” sözü gibi. Buradaki zaman ANi Daim günüdür ki Cenabı Hakk'ın şu sözüyle buna işaret edilmiştir: “O, her an başka bir şandadır.” Artık sen anla. Allah daha iyi bilir.

Bil ki: Zamanın mertebeleri olduğu gibi mekânın da mertebeleri vardır. Bunlardan kimi kesif, kimi daha kesiftir. Kimi latif, kimi daha latiftir. Zamanın bir de
berzahiyyet (ara) mertebesi vardır ki cinlerin ve şeytanların ve bazı ruhların mertebesidir. Soyut (ruhların), manaların ve tecellilerin soyut bir günü vardır. İşte bu gün, ŞE’N'ın mazharı olan An’dır. Bir de mütehayyiz (yer kaplayan cisim) lere mahsus mukayyet gün vardır. Demek zaman, soyutla soyut; mütehayyiz (yer kaplayan, mürekkep) le mütehayyizdir. Soyut gün, ruhlara, mütehayyiz gün cisimlere mahsustur. Kime zamanın sırrı açılırsa,  Kur’anı Kerim'in ruhu açılmış olur. Ve o zat, “Kulle yavmin Huve fi şen: O, her an başka bir şandır.” Ayetinin sırrına erer.

2 yorum:

  1. Teskkürler bu paylaşım için

    YanıtlaSil
  2. Ey İnsan !...

    Bak kalbine, orada kim var,
    Kendine kim kıldın Yar !...
    Bir O (CC) dost bize bil,
    Geri kalan hep ağyar.

    Abdullah Kaya Amasyalı
    Şair

    YanıtlaSil